17 Ağustos Marmara depreminin üzerinden 20 yıl geçti. Tüm toplumu birleştiren bu büyük felakette yaşamını yitirenlere rahmet, ailelerine bir kez daha başsağlığı dilerim.
Kentleri kuramıyoruz, kurulan kentlerin alt yapılarını yenileyemiyoruz. Nitekim büyük depremin 20. yılında yurdun bazı kentleri yağmura teslim oldu. Deprem karşısında biraz çaresiz kalabilsek de sel karşısındaki çaresizliğimi anlayabilmiş değilim. Yağmurda sürüklenen eşyalar, bu eşyaların tıkadığı mazgallar ve çaresizlik…
Evet, yağmurun şiddeti normal değildi ancak şiddetli yağmurun etkisi doğru bir drenaj sistemi ile absorbe edilebilirdi.
Sahi, eşyalar neden sürükleniyordu? Sandalyeler, masalar, kutular, poşetler… Maalesef insanların yürümesi için yapılan kaldırımlar İstanbul’da işgal altında. Bazı kaldırımların üzerleri bile kapatılmış ve bahçeye dönüştürülmüş. Bunları kaldırabilecek, bu açgözlülüğe dur diyebilecek yürekli bir belediye başkanı henüz çıkmadı.
Peki, bugün bir deprem olsaydı ne olurdu? Üzülerek, hayıflanarak söylemeliyim ki 20 yıl öncesinden daha büyük bir yıkıma neden olurdu. Hiç ders çıkarmadığımız gibi üç beş oy uğruna temel mühendislik ilkelerine bile uymadan inşa edilen yapılara “imar affı” adıyla ruhsat verdik. Böylece depremde ilk yıkılacak binalar artık meşruiyet kazandı. Bir defalık sanmayın. Bu yol bir kere açıldı mı bundan sonra gelen iktidarlar neden kullanmasın? Depremin ardından toplanma alanı olarak belirlenen yerlere binalar diktik. Barınma imkanı olabilecek parkları imara açtık.
Henüz vakit varken merkezi iktidarın ve tüm belediye başkanlarının bir gün bile kaybetmeden harekete geçmeleri lazım. İyi ki doğa bizi şiddetli yağmurla sınadı. Depremle sınasaydı bugün ne ben bu yazıyı yazabilirdim ne de siz okuyabilirdiniz.
Pazar gününüz keyifli geçsin.