Gel de hey gidi günler hey deme...
Malatya’nın ağır abilerinden, Çakkal Hanifi’nin geleneksel hale getirdiği, İsmet Paşa Parkının içindeki, Hürriyet aile çay bahçesinde sünnet ettirdiği kimsesiz çocukları paytonlarla gezdirdiği, ve henüz belediyelerin bu hayırlı işi akıl edemediği, burada, İlhan Kızılay’ı, Fahri Özyıldırım’ı, Selahattin Alpay’ı, Sami Kasap’ı, Saka Şükrü’nün uşaklarının çalıştırdığı, Kernek göl gazinosunda da Şükran Ay, Suat Sayın, İsmail Şenbahar’ı ve daha bir çok sanatçıyı dinlediğimiz güzel günlerde;
Okullarda yerli malı haftalarının düzenlendiği, yerli malı kullanmanın özendirildiği yıllardı. Yabancı markalar henüz ülkemizi istila etmemiş ve çağalarda marka giyme alışkanlığı henüz başlamamıştı.
Filmlerin, siyah beyaz ama izleyenlerin hayatlarının rengarenk, yüreklerinin ise pırıl pırıl olduğu, Türk sinemasında ünlü sanatçı Vahi Öz’ün, Mualla Sürer’e “Bediaaam”, Öztürk Serengil’in “yeşşe” diye seslendiği yıllarda...
Tüm mahallenin kadınlı erkekli, çoluklu çocuklu, nineli dedeli hep birlikte gülüşügünen, üstü açık kamyonlara binerek Venk’e, Horata’ya, İnek Pınarına, Takaz’a gittiği günlerde...
Hiç fısıldaşmayın, duyuyorum.
Şimdi siz, kamyonla pikniğe mi gidilirmiş diyorsunuz değil mi?
Pekiiii, otomobil vardı da biz mi binmiyorduk..!
Siz daha otomobilden bahsediyorsunuz, çöplerimiz bile “kadana”larla (güçlü bir at cinsi) toplanıyordu, yani belediyemiz bile henüz motorize olamamıştı..!
Her gelin kızın rüyasında “Zetina” dikiş makinası gördüğü günlerdi, çeyiz olarak birde “gırgır” süpürgesi varsa tadından yenmezdi.
İneklerin yemekten çok zevk aldıklarını çok sonraları öğreneceğimiz, Anadol marka arabalarımız bile üretilmemişti. Araba olmadığı için büyüklere payton çağırma görevi çocuklarındı. Paytoncunun yanına oturup mahalleye az mı hava atardık.
Bu arada az “gımçı” da yemedik hani.
Hocalara “eti senin kemiği bizim” diyerek teslim edildiğimiz için hocaların vurduğu yerden de gül biterdi..!
Cetvelle vurmalarına alışmıştık da, o yirmi beş kuruşu kulağa sokup kıvırmak da neyin nesiydi..!
“El değmeden üretilmiştir” sloganı tedavüle çıkmadığı için ekmeklerimiz el değerek hazırlanır, taş fırınlarda pişirilirdi. Ama şimdiki ekmeklerden çok daha sağlıklı ve lezzetliydi. Kışla caddesindeki Kabadayı Mustafa’nın (Mustafa Bektaş) fırınından aldığımız somunların kokusu hala hafızalarımızda değil mi?
Şimdiki gibi modern spa merkezlerimiz yoktu ama biz, derelerde çimip, tarlalarda top oynadığımız günlerde vücut geliştirmeyi de ihmal etmezdik..! Cimnastik salonları yoktu belki ama bizim yaratıcılığımız ona da çözüm bulmuştu. İki Vita tenekesinin arasına bir demir koyup, betonu dökünce bu işin de çözümünü bulmuş olurduk. Gerçi pazı yapmak için haltere gerek yoktu, arabaların direksiyonu o kadar sertti ki zaten yeterince pazı yaptırırdı bize!
Tarla, bahçe, arsa nereyi bulursak top oynadığımız, topun sahibinin tüm kuralları koyduğu, kaptanlığı aldığı, kaleye hiç geçmediği, kimin oynayıp oynamayacağına onun karar verdiği, kafası bozulursa da topunu alıp giderek maçı bitirdiği günlerdi.
O zamanın topları da toptu hani, topa kafa vurmak cesaret isterdi. Hem ağırdı hemde bağcıklı sibop tarafı kafamıza gelince kafamız yarılırdı.
Sokaksız yaşayamazdık, sokağa çıkınca da bütün sorunlar biter, oyunlar oynar, çocukça sohbetler eder, gittiğimiz filmi en ufak ayrıntısına kadar, birbirimize anlatır, altıda haftaym! onikide biten maçlar yapar, anamız "yerler möhürlendi haydi eve" deyince, vücudumuz yorgun ve yara bere içinde ama beynimiz sıfırlanmış, pırıl pırıl bir beyinle eve giderdik.
Herkesin cebinde silah, arabasında pompalı tüfek bulunmazdı.
Haraç almak için kafeler kurşunlanmaz, insanlar öldürülmezdi.
Velhasıl insanlar, birbirini sever ve saygı gösterirdi...
Ya şimdi...
Ne siz sorun
Ne ben söyleyeyim
Ne ara böyle bozulduk, anlayan beri gelsin...
Selam olsun Malatya’mın birbirini seven, sayan güzel insanlarına...
Atilla Kantarcı