UMUDUN ADI İSTANBUL SEVDA YOLCULUĞU...

Taşı toprağı altın, kalbi taşlaşmış İstanbul.

Gerçek olamayacak kadar güzel bir rüya,

Sahip olunamayacak kadar imkansız bir hülya,

Umudun adı, sevda yolculuğu İstanbul...

Çocukluğumdan hatırladığım

tanıdık bir duygu,

Sevgiyle yaşadığım doyasıya mutluluk…

Alelade kocaman bir kâğıt parçasına,

yazıyorum bir şehrin ismini istem dışı, bilinçsizce.

Hatırlıyorum, düşlüyorum, hissediyorum;

eksikliği keşfediyorum.

Çocukmuş gibi seviniyorum sonra;

büyüdüğüm için buruklaşıyorum.

Ancak çabukça yazıyorum

bu ismi defalarca yazıyorum

kâğıdın boş hiçbir yerini bırakmıyorum

dolduruyorum her yanını aynı isimle.

İstanbul... İstanbul... İstanbul...

Uçak, uçurtma yapıyorum sonra

umutlarımı yüklüyorum o isme,

çocukluğuma havalanıp,

mutlu olduğum günlere uçuracakmış gibi beni,

gönderiyorum ve birkaç saniye sadece,

havada asılı kalıyor mutluluğum onunla.

Sonra çakılıyor yere umutlarım

birkaç saniye mutlu olduğum bu yolculukta.

Gelelim yolculuğun en başına…

Herşeyin başladığı o ana

ve zamanın başlangıcına.

Mürekkebi bitmiş bir tükenmez kalemle

yazıyorum duygularımı.

Kalemime mürekkep yerine gözyaşı dolduruyorum.

Yazdıklarım tükenmiyor çoğaldıkça çoğalıyor,

bitmek bilmiyor kimse görmüyor,

görünmez oluyor adeta duygularım.

Tüm canlıları izlerken,

kırılgan yüreklerin mutlulukla parlayan gözlerindeki

şefkatli bakışlarıyla

istisnasız her canlıda yaşamaktı bu şehri sevmek.

Ne gerçek ne de sadece bir yanılsama

gerçekle yanılsama arasında bir yerlerde

belki bir izdüşüm belki bir imge olarak

gölgede var olabilmekti .

Belli – belirsiz bazense yok olan

ama aydınlıkta hep var olacak olan

birşeylerin yansıması ya da kuklası olmadığı

tıpkı Platon’un mağara benzetmesinde olduğu gibi

aslolan gölge yaşamlarda

yaşamaktı bu şehre sevdalanmak.

Hep seyahat ederdim bir yolcuydum ben,

sense misafirler bekleyen ev sahibi.

Her yolculukta el sallarken sevdamın arkasından

belki de dönmeyeceğimi bilen bir müneccim.

Ben yolculuğu severdim

seninse canını acıtırdı seyahatler.

Bazen hareket eden bir araçta

asfaltla kaplı ziftin altındaki

çakıl taşlarının üzerinden geçerken,

tekerleğin her dönüşünde

yüreğine batan çakıl taşlarını hissettirirdi sevdan,

bazense güven ve cesaretle uğurlardın sevdayı

başka limanlara özlemle beklerken.

Neydim, kimdim ben senin için İstanbul!?

1453'te kalbini feth eden bir Fatih.

25 yıl hayranlığını gizleyemeyen bir hizmetkar.

Sıcak bir yaz sabahı seni hayal kırıklığına uğratan son sevilen.

Ya da kimsenin hatırlanmaya değer bulmadığı bir hiç kimse.

Neydim, kimdim ben senin için İstanbul?!

Bu kez yolculuk vedaya.

Hiç doğmayacak bir gün batımı veda.

Giden için de kalan için de

geçmişinde yer alacak karanlık bir dünya.

Yüksek parmaklıklı ve yoğun güvenlikli

dikenli demir tellerle örülü demiryolu zindanında

raylardan hareket eden her bir tren

önce ağır ağır sonra hızlanarak uzaklaşmakta.

Uzaklaştıkça küçülmekte ve gözden kaybolmakta.

Sevdanın merkezinden uzaklaşan herşey

küçülmekte değerini kaybetmekteydi.

İnsanlar da küçülebilirdi elbette.

Paylaşım içerisinde olunmayan,

duygu ve düşüncelerden,

duyu ve hislerden uzaktaki

yüzeysel ilişkilerdeki insanların

önce yavaş yavaş sonra birden bire

unutulması bundandı aslında.

Ve sonun başlangıcı veda.

Her sonun bir başlangıcı olduğunu biliyordum ama

her başlangıcın bir son olduğunu,

tekrar yaşayacaktım burada.

Veda trenin ardından akıtılan her bir gözyaşı

“Çabuk gel gittiğin yoldan” der gibi

bir sürahi su dökülür ya

evinden ayrılan yolcuların arkasından

tıpkı onun gibi akmaktaydı.

Raylardan hareket ederken tren

uzaklaşıyor, git gide küçülüyor

ve yok oluyordu

şimdiki zamandan

geçmişimin karanlıklarına yol alırken.

Tren gardan tamamen kaybolmuştu.

Hep aynı yöne bakıyordum ama

sanki bir büyü gibi aniden yok olmuştu.

Gözlerim aynı noktadaki boşluğa dalıp, takılı kalmıştı.

Boşluktaki yokluğa bakarken

düşüncelere daldım.

Sabahı düşündüm sonra.

Güneşli, aydınlık bir yaz günü

gökkuşağı gördüm bugün.

Sevdama benziyordu,

sana benziyordu renkler güzel İstanbul!

Tarif edilemeyen, her biri birbirinden farklı

aynı ışık hüzmesinin kırılmasından doğan göz banyosu.

Tanımadığım insanlarla

şaşkınlıklar içerisinde güzelliği paylaşırken,

sana paylaşarak sevdalandığımı anladım.

Bulutların arasına kadar yükselen

metrelerce yükseklikteki yapıların

bulunduğu yolun kenarındaki

bariyerlerin arasında sağa sola yalpalanan

yaban çiçeğini büyüten

yüreğini hissetmekti sevdan,

tüm beklenti ve bekleyişleri,

hayat koşuşturmacası içerisinde

arada kalmışlıkları

bir kenara bırakıp,

küçücük yapayalnız bir canlının

yaşamına dikkat kesilmekti.

Her canlıda seni görebilmek,

seni yaşamaktı sevdan.

En yoğun hangi duyguyu hissedersen

onu yaşarsın.

Hissedilen duygu

hüzün, özlem, öfkeydi biraz

ama en çok hissedilen sevdaydı.

Her yapılan yolculukla uzaklaşırken senden;

küçülmem ve değerimi kaybedip yok olmam gerekirken

git gide büyüyordum paylaşımlarımla.

Son, başlangıç oluyordu.

Bu kez yolculuk: sevdanla sonsuzluğa…

Başladığımız yere geri dönmüştüm

sonsuzluk istasyonunda.

Hiç bitmeyeceğini düşündüğüm

bir derin boşluk sonsuzluğa yolculuk.

Mağrur ve dik duruşumun altındaki

tekrar birlikte nefes almak için çırpınan yüreğim

sevda kırıntılarını bir araya getirmişti.

Umarsızca kendimi

farklı gösterme çabalarım ise boşa gitmişti.

Sevda yenilmemişti.

Ancak yapılacak çok savaş vardı.

Çok kan dökülecek,

çok yara açılacaktı daha.

Birlikte nefes almaya başladığımız yer, bitirdiğimiz ;

bitirdiğimiz yer başladığımız yer oluvermişti.

Yeni doğmuş bir bebek kadar narin,

kendini savunacak gücü olmayan

bir fidan kadar çaresiz,

parası oyuncak almaya yetmediği için

çocuğunu sevindiremeyen bir anne kadar kırılgandı sevdamız.

Derin derin nefes alırsam atmosferinde

ya da uzun uzun bakarsam denizine, boğazına, tepelerine

büyünün bozulacağını düşünürdüm.

Kalbimin hızla atışını duyabileceğinden,

heyecanımı anlayacağından korkardım

tüm matematik hesaplarımı yapıp sevdan için savaştığımda.

Ve hesaplarım alt üst olurken birer birer

sevdanın hesapsızca yaşanacağını izleyecektim

kendimizde ancak bugün.

Tüm Dünya merkezimizde dönerken

masumiyeti bulacaktım hesapsızca yaşanan sevdamızda.

Sadece bizim dünyamızda.

Korkuya, nefrete, öfkeye, kıskançlığa ve intikama

yer yok hesapsız sevdamızda.

Sevdayı sonsuzlukta yaşarken,

dengeler hızla değişiyordu.

Dünyamızda hep var olan görünmezler

ve heyecan verici arayışlar

aslolanların yerini oynatacak

baş aktör olacaktı taraflardan biri için.

Senin için İstanbul.

Bu yeni arayışınla ne de umutlanmış

tüm sırlarını, tüm kalbini açmıştın son sevilene.

Kısa bir süreliğine de olsa sevmiş sevilmiştin.

hayal kırıklığına uğramadan, uğratmadan hemen önce.

İnsanın doğuştan getirdiği hırs ve egoları

sevdayı kazanmasıyla

kaybetme korkusunu yok ediyordu.

İki kişilik Dünyamız çoğalıyordu.

Etrafımızda çokca insan vardı.

Yoğun yavan bir kalabalık.

Kalabalıklaştıkça yalnızlaşıyordum, yalnızlaşıyordun İstanbul!

Son sevilenin yaptıklarından çok,

yapmadıkları canını acıtsa da, aldatamıyordu seni.

Diğerlerinin umutlarıydı seni asıl aldatan.

Kalbinin fethedilişinden bugüne kadar

kimler aldatmaya çalışmamıştı ki seni.

Tez antitezini yaşatıyordu.

Sonsuzluk tükeniyordu artık.

Sonsuzluğun dibine

iyice yaklaştığımı hissettiğim şu günlerde

sonsuzluğun sınırının

yalnızlığın koyu, çaresiz ürperten karanlığında

bittiğini anlayacaktım.

Masum hiçbirşeyin kalmadığı o an.

Yalnızlığın sonucu karanlık…

Karanlık yalnızlığın ruhdaşı bilinmezlere yolculuk .

Yolcu değiştirmedikçe yolunu,

bu kez yolculuk sessizliğe giden bir ölüm.

Sevgi sonsuzluğundan kovulan

sessiz ölülerin yattığı karanlıklar dünyası.

Öyle bir yer ki burası neredeyse herkes burada.

Göremiyorum Tahir ile Zühreyi,

Ferhat ile Şirin’i, Leyla ile Mecnun’u ve diğer birkaç kişiyi .

Kalabalıklar içerisinde zavallı yalnızları görüyorum sadece.

Hepsi tanıdık yüzler.

Korkuyorum yalnızları barındıran karanlıklar dünyasından .

Hiçbir sevgi esintisi,

hiçbir coşku kıvılcımı,

hiçbir heyecan parıltısı yok burada.

Son sevileni görür gibi oluyorum

ya da sadece ona benzeyen herhangi birini.

Ürperiyorum ben de gitmek istemiyorum oraya.

Yokluğunda anlam bulduğum;

ruhumun mühürlü zindanıydı

uçurumun kenarındaki yamaçtan seni sevmek İstanbul…

Yeri doldurulamayacak bir boşluk,

asla iyileşemeyeceğini düşündüren devasız bir yara,

hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim türden

geleceğe dair umut ve beklentilerdi hissettiklerim.

Varoluşunun yaşamıma kattığı anlamla

yokluğun varlığından daha anlamlıydı.

Ayırt edemiyordum artık varlığını yokluğundan;

yokluğunda da seni yaşarken.

Üstelik düşünmek istemedikçe

beni içine çeken bir girdaptaydım bu kez.

Küreklerimi başka yöne çekmeye çalıştıkça

çaresiz boşa çabalarım.

Dalgalar kırbaç gibi sert,

boyumdan büyük.

Sis; su buharından ibaret

ancak nefes almaya imkan yok

yön bulmaya olmadığı gibi

Üstelik pusulam da yok;

şanssızlığım: yalnızlığım, yokluğun…

Henüz bedenim yaşayacak olsa da

ruhum son nefesini verecek bu yolculukta;

duygu seli sevgi girdabında…

Ben sende yaşar mıyım bilmem ama sen bende hep yaşayacaksın Aziz İstanbul !

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

YORUMLAR
MEHMET YÜKSEKOL
MEHMET YÜKSEKOL - 5 yıl Önce

KALEMİNİZE SAĞLIK.

HİCRAN İLHAN
HİCRAN İLHAN @MEHMET YÜKSEKOL - 5 yıl Önce

TEŞEKKÜR EDERİM.