Ayşe Kulin: Yazıya Adanmış Bir Hayat

Ayşe Kulin’i ülkemizin en çok okunan yazarlarından biri yapan şey kuşkusuz ki, hem yaşam tarzı hem de romanlarının konusu ile bizden biri olması. Edebiyatının merkezine hayatı yerleştiren, kahramanlarını ya gerçek ya da gerçekte de var olabilecek karakterlerden seçen, dilindeki sadelik ile günümüz edebiyatının en önemli temsilcilerinden biri olan Kulin; bugün Masa’mızda öyküleri ile değil tecrübeleriyle karşınızda.

32 senedir romanları ve hikâyeleri ile âdete topluma ayna tutan, çağdaş edebiyatımızın en önemli kadın yazarlarından biri kabul edilen Ayşe Kulin’in, onlarca kitap, milyonlarca okur ile bugünlere gelen serüveninde yaşadığı binlerce tecrübe bu satırlara sığmaz elbet. Sadece ülkemizde değil, başta İngilizce olmak üzere, Almanca, Yunanca, Arapça, Sırpça, Macarca, Romence gibi birçok dile çevrilen romanlarıyla dünyada da ciddi bir okur kitlesine sahip. Nefes Nefese romanı Brezilya’dan Çin’e ve tüm Avrupa devletlerinin dillerine çevrilerek 30’u aşkın ülkede yayımlandı ve 500 bin okura erişti. Dünyada gitgide genişleyen okur kitlesinden sonra geçtiğimiz haziran ayında, başarılarını bir de uluslararası ödülle taçlandırdı yazarımız.  İtalya’da “L’Ultimo Treno Per Istanbul” (İstanbul’a Son Tren) adıyla yayımlanan Nefes Nefese romanı, İtalya’nın en prestijli roman ödüllerinden Premio Roma Ödülü’nde en iyi yabancı roman kategorisinde birincilikle taçlandırıldı. Yarışmada finale kalan adayların ABD, Fransa, İngiltere ve İsrail’den olmasından, Roma’da sahneye yansıtılan dev bayrağımıza kadar rüya gibi bir gecenin baş mimarı olmak, elbette hayatını yazıya adamış bir yazar olmaktan geçiyor.

Bu yazıya adanmış hayatı, ilk gününden bugüne temel hatlarıyla konuştuk Ayşe Kulin ile.

Öykü kitaplarıyla başlayan bir serüven ama içerisinde sanat yönetmenliğini de barındırıyor. Ayaşlı ve Kiracıları’nın sizin için önemi nedir?

Ayaşlı ve Kiracıları’nın çekimi, benim için unutulmaz anılarla doludur ve bana hayatımın ilk ödülünü kazandırmıştır ama esas önemi, orijinal seslendirmeyle çekilmiş ilk televizyon dizisi olmasıdır. Çekimi sırasında bu yüzden çok eziyet çektik. Dışardan çekim alanına yansıyan  (ezan, korna, sokak satıcılarının ya da çocukların sesleri) her seste, sahne sil baştan yeniden çekiliyordu. Ayaşlı ve Kiracıları, ilk dönem Cumhuriyet yıllarını yansıtan önemli bir eserdir ve yönetmen Tunca Yönder, tiyatroculardan kurulu ekibiyle bu eserin hakkını çok güzel verdi.

Büyük yazar olmanın geçtiği yol mudur büyük edebiyat ödülleri? Haldun Taner Öykü Ödülü ve Sait Faik Hikâye Armağanı için sizin yazarlığınızın temelindeki taşlar diyebilir miyiz?

Yazar ya da büyük yazar olmanın yolu ödülden geçmez. Ödül almamış nice önemli yazar gördü bu dünya. Ama ödüller, yazarın rüzgârıdır, onlara ivme kazandırır, yüreklendirir. Yazmak emek isteyen bir iştir ve hangimiz emeğimizin takdir görmesine sevinmeyiz ki!

Ülkemizde biyografik roman dendiğinde sizin eserleriniz akla geliyor. Adı Aylin, Füreya, Türkân… Bir kurgu romandan daha mı kıymetlidir bir insanı binlerce insanla buluşturmak?

Biyografik roman, bir roman türüdür. Gerçek hayatları merak edenler, yaşantılardan ders çıkarmak isteyenler ya da biyografilere sosyal tarih olarak bakanlar biyografi okumayı tercih ediyorlar. Biyografiler, biyografisi yazılan kişinin yaşadığı yıllarda moda olan sosyal ve siyasi akımlardan, o yılların sanatından tutun, yeme içme alışkanlıklarına, hayat tarzlarına, giyim kuşama kadar ayrıntıları da sunar okura. Ama ben kendi hesabıma, hayal gücüyle kaleme alınmış romanlar yazmayı daha çok seviyorum.

Televizyon dizilerine aktarılan birçok romanınız var. Bir televizyon dizisine başka bir yazarın romanını aktaran sanat yönetmeni olmak ile kendi romanını televizyondan izleyen bir yazar olmak gibi iki duyguyu da yaşamış biri olarak, keyifleri ve varsa üzücü yanları nelerdi bunların?

Kendi eserlerimin televizyona ve sinemaya yansımasından hiç keyif almadım. Bana büyük paralar kazandırdıklarını da söyleyemem. Fakat diziler devam ettikleri süre boyunca, söz konusu kitaplarımın satışları arttı. Daha da önemlisi, hayatında hiç kitap okumamış kimseler, dizinin sonunu merak ettikleri için, o kitapları alıp okudular, böylece romanla tanıştılar ve okumaya devam ettiler. Perdeye ya da ekrana uyarlanan her yazarın eseri, bir küçük okur kitlesi doğmasına yardımcı oldu.

Ayaşlı ve  Kiracıları’nın dizi çekiminde  sahne yapımcısı ve sanat yönetmeniydim, Lund Kirgegaard’ın bir eserinin sinemaya uygulanmasında ise yapımcı yardımcısı olarak çalıştım. Her iki filmin çekim süreçleri, nefes nefese yaşadığım, hayatımın en keyifli, en eğlenceli günleridir.

Ülkemizin en üretken yazarından birisiniz. Bizim ülkemizde üretkenlik, birbirine benzer, kısa romanlar ya da seri yayınlar yaratmak olarak karşılık bulur. Ama sizin romanlarınıza baktığımızda, Adı Aylin, Sevdalinka, Füreya, Köprü, Nefes Nefese ardı ardına yazılmış romanlar ve TV dizilerine taşınmalarını, size kazandırdıkları ödülleri düşündüğümüzde her biri aslında apayrı konular, uzun yılların eserleri gibi doygun. Bu tempo nasıl mümkün?

Sen de benim gibi yazdıklarını yayımlatabilmek için 25-30 yıl beklemiş olaydın, bu soruyu sormazdın bana. Kaybolan yıllarımın acısını, hiç ara vermeden çıkartmaya çalışıyorum ve şimdi önümdeki zaman çok kısaldığı için, daha da hızlandım.

Veda, Umut, Hayat ve Hüzün romanlarınızın serisine gelirsek… Kendi hayatınızdan, ailenizin ve çevrenizin yaşadıklarından yola çıkan 4 kitap… Sanatçının kendi deneyimlerinden bir pencere açması okurlarına, hatta kendini açması bir cesaret işidir ve siz bunu böyle ayrıntılı, açık yüreklilikle yaparken endişeleriniz olmadı mı hiç?

Oldu. Veda ve Umut’u  yazarken tarafsız kalmaya gayret ettim ama sonuçta kendi doğrularımı yazıyordum. Ben Cumhuriyetin yirminci yılında doğmuş ama eğitimli, elit ve dindar bir Osmanlı ailesi içinde büyümüş biriyim. Cumhuriyetin kuruluş değerleri benim mihenk taşımdır.  Dine, hayata, insan ilişkilerime bakışımda ise, ailemin izi var. Bu yüzden bayağılıktan, cehaletten, hoyratlıktan, yalandan, dolandan hiç hoşlanmam. Hayat’la Hüzün’ü, hatta Hayal’i yazarken de, kitaplarım hayatımı cehenneme çeviren insanlardan intikam alma aracı olmasın diye, çok gayret sarf ettim. Genç yaşta yoğun çalışma hayatına atılmış, eli yüzü düzgün bir kadındım.  Elbette beni tedirgin ve rahatsız etmiş çok kişi ve olay oldu yılların içinde. Bazı kişileri zor durumda bırakacak gerçek olayları ya yazmadım ya yazdıktan sonra sildim. Sonuçta, dengeli bir otobiyografi yazdığımı düşünüyorum.

Peki, bu romanları yazarken aslında kendi soy ağacınızı da yakından araştırıyorsunuz. Bu deneyimde sizi zorlayan olaylar keşfettiniz mi? İleride bir torununuz da sizi yazacak olsa, yanlış anlaşılma ya da yansıtılma endişeniz var mı?

Veda’yı büyük dedemin mektuplarını okuttuktan sonra yazdım. Resmi tarih, bana son yıllarında vatan hainine dönüşen bir Osmanlı elitinin resmini çizmişti. Oysa, eski yazıyla ulaştığım mektuplar, evrak ve yazışmalar ise, üç yüz yılı aşkın bir süre boyunca kötü yönetilmiş  bir devletin, sonuçta içine düştüğü çaresizliğini, çırpınışını anlatıyordu. Veda, bu acı sonu, bir başka bakış açısıyla anlatan bir romandır. Umut’ta ise, topraklarından sökülmüş insanların acıları , yeni bir düzene geçmenin sancısı ve Cumhuriyet’in o müthiş heyecanı, dinamizmi var.

Torunlarımın beni yazmalarına gelince, vazgeçtim yazmalarından, kitaplarımı okuyabilseler… ona da razıyım!

Güneşe Dön Yüzünü’den Tutsak Güneş’e okur kitlesi hep artan bir yazar olarak, başlarkenki düşlerinizle bugün geldiğiniz konumda yani hayallerinizle gerçekler arasında nasıl bir orantı var?

Ben hep yazar olmayı hayal ettim. Hayalim gerçekleşti. Ekmek paramı, bana en çok keyif veren işten çıkarabilmem ise, beklentilerimin dışındaydı. Benim yazar olmaya çalıştığım yıllarda, yazarlık para kazandırmazdı kimseye. Dördüncü kitabım Aylin’den beri, başka hiçbir işte çalışmadan, hayatımı kitaplarımla döndürebiliyorum,  daha ne olsun! Bunun için Allaha şükrediyorum.

Okuduğumdan beri yıllardır zihnimden çıkmayan bir bölüm var Hayal kitabınızda; “Bu ülkede aynı anda iyi ve çok satan yazar olmak neredeyse mümkün değildir. Ya iyi bir yazar olunacak ya da çok satan… En baba eleştirmen bile karizmayı çizdirmemek için çok satan yazara iyi yazar demiyordu.” Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz? Genç yazarlar için bu konuda tavsiyeleriniz neler?

Tüm bu olumsuzluklara kulaklarını tıkayarak, çalışmalarına odaklanmalarını tavsiye ederim.

Birçok biyografik romana imza atmış biri olarak, kendi hayatınızın bir yazar tarafından bir romana konu edilmesini düşlediniz mi hiç? Bunu ister miydiniz?

Ben yazacağımı yazdım. Bir başkasının yazması, suyunun suyu olmaz mı? Ama bunu söyledikten hemen sonra, dilimi ısırıyorum ve itiraf ediyorum: Türkân Saylan Hoca hakkında, hayatının her alanına dokunan, dört dörtlük bir nehir söyleşi varken, ben TÜRKÂN, TEK VE TEK BAŞINA’ yı yazdım. Belki bir başkası da beni bambaşka bir açıdan kaleme alır ve yeni şeyler söyler hayatım üzerine.

Ve Premio Roma. Törenden önceki sohbetimizi hatırlıyorum, bir Türk yazar olarak uluslararası bir yarışmada yarışmacı olmanın zorluklarından söz etmiştiniz. Başarınız Türk edebiyatı adına çok önemli, hepimize haklı bir gurur yaşattınız, birçok yazara inanç verdiniz. Peki, siz neler hissettiniz, neler yaşadınız?

Ödül töreni,  Roma’da, Avrupa’nın en eski üniversitesinin toplantı salonunda, muhteşem bir mekânda yapılıyordu. Düşünün ki bu ödül güzel sanatlar dalında, 15. yüzyıldan beri veriliyormuş, on yedi yıl önce edebiyat dalını da katmışlar. Tören elbette İtalyancaydı, simultane çeviri kulaklık filan yoktu. Barbaros Altuğ ile yan yana oturmuş, saatlerdir anlamadığımız bir dili dinliyorduk. Neyse ki çok müzikal bir dil İtalyanca, kulağa hoş geliyordu ve sahnede çok şık transparan bir kürsü vardı, ödülleri sunulmak üzere sahneye taşıyan genç kızlar birbirinden şık ve güzeldiler. Kısacası bir İtalyan zarafeti içindeydik. Ben, bu kadar önemli bir ödülün kendi ülkemde neden gözden kaçtığına üzülüyordum azıcık. Ara sıra konuk yazar olarak köşesini işgal ettiğim gazetem Cumhuriyet dahi önemsememişti bu ödüle aday gösterilmemi. Nasılsa ödülü alacağım yok, diye düşünüyordum, bir yandan da.  Son günlerdeki olaylarla, gazeteci tutuklamalarıyla, bunca  nefreti üzerimize çekmişken, kim bir Türke ödül verirdi ki, hele de diğer adaylar bu kadar güçlüyken! Bu nedenle o şeffaf kürsüye konan kitabım, sahnedeki ekrana yansıyınca, hiç üzerime alınmadım.  Beş adaydık, sırayla hepimizin kitabı orada okunacak sandım. Benim kitabımdan bir sayfa okudular. Sonra sunucu adımı iki kere söylemek zorunda kaldı. Barbaros,  ikaz edince, çıktım sahneye, aldım ödülümü. Ödül de, Roma’nın sembolü olan kurdun ve altında emzirdiği iki kardeş, Romus ile Romülüs’ün heykeli. Önce, bunu nasıl taşırım uçakta, diye düşündüm. Sonra bana bir mikrofon uzattılar, İngilizce bir şeyler söyledim. İtalyancaya çevrildi. Alkış… Döndüm yerime. Barbaros’un ben sahnedeyken  telefonuyla çektiği resme baktım. Ödülümü alırken, arkamdaki ekranda koskocaman bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. İşte, ödül keyfini ben o an yaşadım. Ülkeme prestijli bir ödül götürüyordum. Tıklım tıklım dolu salondakilerin hepsi görmüştü, dalgalanan bayrağımı ve güzel İstanbul’umu. Üzerimde de, tesadüfen Beşiktaş’ın renkleri…Gezi’den beri Beşiktaşlıyım ya… Sevindim. Gurur duydum.  İsterdim ki, edebiyat yazıları yazan kalemler de benimle bu gururu paylaşsın köşelerinde, dergilerinde. Olmadı. Canları sağ olsun!